20. Yüzyıla Karşı 21. yüzyıl Direniyor - Rafet Arslan





Öndeyiş

Bu yazı günlerce süren karamalar sonucunda, direnişin tam da birinci ayı dolduğunda yazılabilmiştir. Tarih değil- tarihsel bir kırılma an be an sokakta yazılırken; mahalli forumlar, toplantılar, yürüyüşler arasındaki korkunç ve muhteşem bir akış içinde yazmanın tüm zorluğuyla kaleme alınmıştır. Ve bu akış sürmektedir…

Her Şey Bir Gaz Ve Toz Bulutuydu; Sonra Hayat Başladı

Gezi Parkındaki açılan bu döviz aslından bu neşeli ve kararlı direnişin ruhunu anlatmak için güzel bir başlangıç: Her şey bir gaz ve toz bulutuydu; sonra hayat başladı.

Bu döviz; 3 milyon insanın çeşitli kimyasal gazlara boğularak yürüttüğü bir mücadeleyi çok güzel özetliyor. Peki ama tüm dünyayı etkileyen bu direniş nasıl başladı ve  “yeni” başlayan hayat neydi?
Türkiye de sistemin git gide otoriterleşmesi insanları karamsarlığa, tecride, umutsuzluğa, yalnızlığa, korkuya, çaresizliğe boğmuştu. Sistemli aşağılanmaya maruz kalan toplumun geniş kitlesi büyük bir iç sıkıntısı, heyecansızlık, tutkusuzluk, paranoya, çıkışsızlık çemberindeydi. Doğum kontrolüne getirilen yasaklar, devletin sürekli yinelediği her ailenin en az 3 çocuk yapılması dayatması, kürtaj yasağı, hayvan haklarını gasp eden yasa, kentlerin tüm tarihi/kültürel değerlerini altüst eden kentsel dönüşüm yasaları, sendikalara karşı artan baskılar, alkol satışına getirilen kısıtlama, basın ve ifade özgürlüğünün sürekli kısıtlanması, insanların yaşam tarzlarına yönelik hükümet müdahaleleri, artan insan hakları ihlalleri…

Barikatların ruhsal güvencesinde Taksim Meydanı ve çevresi açık bir Gerçeküstü karnavala dönüştü 11 gün boyunca
-
Toplum; sanki sürekli yumruk yiyen ve artık köşe iplerine sıkıştırıldığını düşünen bir yenik boksörün ruh halindeydi. Bu saldırıların bir adım bir adım ötesi seçimle başa gelmiş bir açık diktatörlük olacağı kaygısı her yeri sarmaktaydı.

27 Mayıs 2013 günü; Taksim Meydanındaki Gezi Parkındaki ağaçların yıkımına karşı duran ve biber gazına maruz kalan bir avuç yurttaş; kuşkusuz toplumun bilinçaltında büyüyen kara kutuyu patlattıklarının farkında değillerdi. Gezi Parkına sahip çıktılar ve her türlü zorbalığa karşı parkı terk etmediler. Ulusal medya bu olayı yokmuş gibi hiç yansıtmazken; sosyal medya ve fısıltı gazetesi ile kulaktan kulağa yansıyan haberler ile insanlar harekete geçmeye başladı. Ve her geçen gün bu kalabalık yavaş yavaş arttı.

Ve küçük direnişçi grup; 30 Mayısı 31 Mayısa bağlayan gece, sabah 07:00′de insafsızca bir müdahale maruz kalıp parktan çıkarıldılar. Parka kurdukları çadırlar ateşe verildi, kişisel eşyaları talan edildi. Uygulanan kesin sansüre rağmen insanlar sosyal medya üzerinden bir anda akmaya başlayan video ve fotoğraflarla harekete geçti. O gün yüzüne sıkılan biber gazına rağmen ayakta dimdik duran kırmızı elbiseli genç kadının fotoğrafı her şeyi özetleyen en güzel kareydi. Sonra halk geldi; taşmış bir dere, bir heyelan gibi geldi..

İnsanlar sanki kahinsel bir sezgi ve telepatik bir iletişimle Taksim meydanına doğru aktı. 31 Mayıs akşamı Taksime akan kalabalığın milyonu aşması ve ülkenin 48 şehrinde halkın meydanlara akmasıyla oluşan;  açık bir ayaklama. Normal koşulda bir çok platformda yan yana hiç gelemeyen sosyalistler, liberaller, müslümanlar, sanatçılar, çevreciler, sosyal demokratlar,Türk/Kürt milliyetçiler, anarşistler, futbol takımlarının taraftar grupları,LGBT bireyler çok yoğun ve gaddarca bir polis müdahalesine rağmen sokakları ele geçirdiler. Uzun yıllardır ülkenin üzerine çöken kara gölge, bu depresyon 31 Mayıs akşamında bir anda yok oldu.

Kuşkusuz bu toplu olarak bir bilinç eşiğinin aşılmasıydı. Ani bir bilinç sıçraması, yüksek farkındalık, idrak ve aydınlanma. Bunların sonucunda oluşan müthiş bir birlik hali, dayanışma ve direnç..
Çok farklı yaşam biçimi, inanç ve ideolojiye sahip insanlar polisin gaddar saldırısından kaçmadılar, cevap verdiler, beraberce barikat kurdular, direndiler; çok’luk oldular. Hiç kuşku yok ki 12 Eylül 1980′de yaşanan ve binlerce insanın canına, yaşamına mal olan Askeri Darbe sonrasında doğan ve ta o güne dek apolitik gençlik, Y-Kuşağı diye yaftalanan gençler ayaklanmanın başını çektiler. Herkesi hayrete düşüren yaratıcılıkları, birleştiricilikleri, yüksek mizah anlayışları, hiç düşmeyen enerjileri, kararlılıkları ve bilgelikleriyle. Kendi evlerinde mücadele ettikleri “baba otoritesinin” uzun süredir devlet başkanı ağzından kendilerine dayatılmasına artık katlanamadılar.

O tarihsel bir karar anıydı; direniş içindeki tüm bireyler kendi içlerindeki korku ve kendi bilinçaltlarındaki iktidarlar ile yüzleştiler. Bu hesaplaşma ile “bir” olundu ve o gece korku duvarı aşıldı. Ve 34 saat sürekli süren direnişin bir ayaklanmaya dönüşmesi sonucu, 1 Haziran saat 16:00′da devletin kolluk güçleri Taksim Meydanı ve Gezi Parkından çekildiler. İşte ondan sonraki 11 gün boyunca yeni bir dünyanın kıvılcım haritaları, Harbiye’den Gümüşsuyu’na polisin ve devlet otoritesinin geri çekildiği “geçici otonom bölge”de oluştu. Böylece ayaklanmanın kendisi, form değiştirip bir “yeni” yaşam deneyine dönüştü.

Her birey; istediği dünyayı düşlemeye ve prototip olarak kurmaya kalkıştığında; aynı zamanda kendi öznelliklerini de yeniden kurdu. Hırs ve bencillik düzenine karşı, yardımlaşma, empati, dayanışma; yani tarifsiz bir iyilik patlaması. Ki direniş her türlü zorbalığa karşın tam bir aydır masumiyetinden, naifliğinden, şakacılığından, karnaval ruhundan, asaletinden hiç taviz vermedi. Direniş her türlü ötekilemeye karşı anti otoriter,anti hiyerarşik, anti homofobik; yani liberter yeni bir ruh ve dünya modeli oluşturdu.  Gezi parkına yeniden kurulan çadırlar ve onu takiben ülkenin birçok kentinde kurulan “özgür kamp” yaşam alanlarında paranın ve gücün geçmediği yeni otonom alanlar kurdular.
Gezi Parkı gündelik yaşamın tam içinde zamansal bir kırılma ve yeni yüzyılın yaşamının plansız; topun gelişine An’da yaratıldığı ve yaşandığı bir deneyim alanı gibiydi. Her şeyin bedava dağıtıldığı “devrim market”, herkesin kitap aldığı ve bıraktığı “gezi kütüphanesi”, doğal ekim modellerinin denendiği “gezi bostanı”, sanat atölyeleri, performanslar..

Barikatların ruhsal güvencesinde Taksim Meydanı ve çevresi açık bir Gerçeküstü karnavala dönüştü 11 gün boyunca. Şiir sokaklara taşmış, liberter şairler; Ece Ayhan’ın “aşk örgütlenmektir”, Turgut Uyar’ın “göğe bakma durağı” dizeleri sokağın kendisi olmuşlardı. İnsanlar yaratıcı yıkımın gücüyle baştan çıkmışlar, ayaklanmanın kalıntıları önünde hatıra fotoğrafları çektiriyorlardı. Hükümetin yıkacağını ilan ettiği Taksim meydanındaki eski kültür merkezi AKM binasının üstü direnişe dair pankart, flama ve görseller ile tamamen kaplanmıştı. Ölüm tehlikesine rağmen yüzlerce insan AKM binasının çatısına çıkmış ve bir semazen o çatıda semah etmişti. Karşı-mimarinin parıldayan örneği olan barikatlar, her yeri kaplayan delişmen zeka ürünü graffitiler, devrilmiş araçlar, her yanı kaplayan müthiş bir arzu patlaması büyük ütopyacı Fourier bu günleri görse; kuşkusuz göz yaşlarını tutamazdı.
Tüm bunlara karşı hükümet kendi güç alanını kullanarak medya üzerinden milyonlarca insanın katıldığı direnişi bir terör, vandalizm oluşumu, marjinal bir hareket olarak lanse etti; çok yoğun dezenformasyon kampanyası yürüttü. Direniş ise oluşan duruma karşı kendiliğinden bir refleksle merkezi medyaya ve onu finanse eden şirketlere büyük bir boykot kampanyası başladı. Bu boykot hemen sonuç verdi ve borsa altüst oldu. Faiz %7,5 düşerken, Borsa’da %19 değer kaybetti.
Kalabalıklar direnişe yer vermeyen ya da çarpıtan medya kuruluşlarının önünde binlerce kişilik protestolar geliştirdi ve hala geliştiriyor. Direniş ise ilk günden itibaren 3G teknolojisi üzerinden canlı yayın yapan yurttaş medyasını oluşturmuş durumdaydı. Bu irade Foucault’un “doğruyu söylemek” dediği tavrın en çıplak dışavurumu olduğu kadar; aynı zamanda her direnişçinin kendisinin gönüllü bir enformasyoncuya, bağımsız bir medyaya dönüştüğü yeni sürecinde işaretçisiydi.

Tüm bunlar olurken iktidar; tamamen Soğuk Savaş jargonuna bağlı büyük dezenformasyon kampanyaları başlattı. Toplumun geri kalanını direnişe karşı ajite eden ve aslı astarı olmayan bir karşı-propaganda kampanyası yürüttü. Direniş aslında faiz lobisi, ülkenin huzurunu bozmaya çalışan dış güçler, provakatörler ve ayyaş/serserilerin oyunuydu. Ortada bir protesto değil, seçimle gelmiş bir iktidara karşı, sivil darbe girişimi vardı. Sokakta olanları terörist olarak itham etti ve Türkiye için eski bir oyunun tekrarı olarak direnişçileri dine karşı bir azınlık olarak göstermeye çalıştı.
Oysa bu direniş kesinlikle laikler ve müslümanlar arasında bir çatışma değildi; yeni bir dünya özlemindeki çok’luk ile onu bastırmaya çalışan otorite arasındaydı. Zaten direnişin içinde tekil ve örgütlü bir çok müslüman vardı. Özellikle “Antikapitalist Müslümanlar” hareketi başından beri büyük bir özveri ve kararlılıkla direnişin içinde yer aldılar. İktidarın kaçırdığı şuydu ki, bu sivil direniş hareketi sadece onların partisi ya da yönetimine karşı değil; ülkenin tarihindeki tüm yönetimlere, partilere ve onların geliştirdikleri anlayışlara karşıydı. Yani kısaca mücadele; 20 yüzyılın  yasakçı, baskıcı, ötekileyici dili/ruhu ile, yeni doğan 21. yüzyılın ruhsal dirilişi; direnişi arasındaydı.
İktidar direnişçileri ideolojik marjinaller olarak görmek/göstermek istiyor; fakat sokakları kaplayan çok’luk artık klasik anlamda her türlü İdeolojik doğmayı aşan bir özgürlük dünyasını kurmaya çalışıyordu (ki hala çalışıyor). Direnişin içinde yer alan sosyalist ya da anarşist bir çok grup kitlenin yaratıcılığı, ısrarı, direngenliği karşısında heyecanlanmış ve de şaşırıp kalmışlardı. Ortaya çıkan durum bir çok teorik analizi boşa çıkarıyordu, şehirli orta sınıf ve apolitik olduğu düşünülen gençler her türlü ideolojik kabulün ötesinde yeni bir dil ve politika yaratıyorlardı.

Sokaktaki çok’luk hiç okumasalar bile Situasyonistlerin ideoloji eleştirisini pratik hayatta geçiriyor ve ideolojik ezberler dışında liberter bir özgürlük hayaletini oyuna çağırıyorlardı. Mevcut örgütlenme yöntemleri üzerinden gitmek yerine süreç içinde kendiliğinden çıkan örgütlenme yöntemlerine odaklanma, sürece güvenerek hareketi bu yöntemler üzerinden sürdürmenin; yani an’ın radikal politikasının yaratmanın peşindeydi çok’luk. Kitlenin kendi kendini örgütleme ve harekete geçirme kapasitesi gerçeğe dönüşmüş bir mucizeydi. Bu noktada kitleden ders alan, onu izleyen, onun iradesine saygı gösteren politikalar saygı kazandı.

Hareketin kendi sistem kontrollerinden çıkmasının acziyle otorite; 11 Haziran da çok yoğun bir saldırı ile meydanı, sanki bir düşman toprağını geri alır gibi yoğun saldırı ile geri aldı. Operasyonu bir çok dünya TV kanalı yanında, CNN International 7 saat canlı olarak verdi. Oluşan kamuoyu baskısı ile operasyonun Gezi Parkı ayağının açık saldırı ayağı durduruldu, fakat Park’a saatlerce gaz müdahalesi devam etmesine rağmen, çadırlardaki direnişçiler orayı terk etmedi.  Bundan 4 gün sonra süren kuşatma ardından 15 Haziranda Park zor ile polis işgaline alındı. Ve bu işgal hale devam etmekte.
Hemen ardından birden bire gelişen “duran adam” eylemleri ile, direniş ülke çapında bir “radikal sivil itaatsizlik” hareketine dönüştü. 16 Haziran tarihinde direnişte öne çıkan Beşiktaş taraftar grubu Çarşı’nın çağrısı ile ilk Halk Forumu oluştu. Hemen ardından forumlar çığ gibi büyüdü ve tüm ülkeye yansıdı. Şu an sadece İstanbul’un 48 mahallesinde halkın doğrudan demokrasi uygulaması olan Forumlar oluşmuş durumda. Avm’leri boykot, kredi kartı kullanmama, takas pazarı ile yeni armağan ekonomisi kurma tartışmaları hızlanıyor. Sokaklarda direniş sürüyor ve hükümetin yasaklamaya çalıştığı Taksim Meydanı olmak üzere, yüzlerce meydan da eylemler ise büyümeye devam ediyor.

Geleceğin Politikası

Bu direnişin ortaya çıkışı dünyadaki örneklerinin (Paris 2005 getto isyanları yada 2011 işgal hareketleri) aksine doğrudan bir ekonomik krize ya da ırksal hiyerarşiye karşı başkaldırı ile tetiklenmedi. Hareket baştan itibaren  hükümetin şahsında cisimleşen otoriteye karşı bir haysiyet başkaldırısı, etik bir isyan, hayatlarını istedikleri gibi yaşamalarına izin vermeyenlere karşı düşledikleri hayatı arayışının çağrısıydı. Bu anlamıyla çok’luğun istediği gibi yaşamaya hakkını talep ettiği bir arzu isyanıydı.

An’ın enerjisini mücadelelerine katan direnişçiler, rastlantının gücünü  de eylem çantalarına kattılar. 27 mayıs’tan beri direnişçiler sokakta “yeni durumlar” yaratmakta ve yeni bir hayat kurmanın olasılıklarını yoklamaktalar. Türkiye’de direnişçiler; şimdi umarsızca eski bilindik muhalif yöntemleri dışlayıp; yeni direniş, dil, politika ve örgütlenme pratiklerinin keşfine dalıyorlar. Kuşkusuz bu 21 yüzyılın ayak sesleridir. Kelimenin Deleuzcü anlamıyla hayat direnişe dönüşmüştür; ki milyonlarca insan Türkiye de tam bir aydır bununla yaşıyor, hayatlarının tam merkezinde direniş var.
Türkiye’deki eski muhalif kuşaklar bu direnişi 12 Eylül’ün aşılması olarak görüyorlar, ama direnişin yarattığı küresel durum açısından bakıldığında; genel olarak  Soğuk Savaşın yarattığı ideolojik mantalitenin de yıkıldığından bahsedebiliniriz. Ki hemen ardından Brezilya, Bulgaristan, Lübnan gibi ülkelerde patlak veren mücadelelerin tetikleyicisi de Türkiye’de canlanan yeni binyılın direniş kıvılcımı olmuştur.

Yaklaşık bir aydır ülkenin meydanlarını, sokaklarını, parklarını dolduran yüz binlerce insanın mücadelesinin bir saldırı değil, direniş hareketi olması kuşkusuz; ayağa kalkan çok’luğun ortak ve sezgisel kararıydı. Çok’luk kitle hareketini saptıracak, yağma, kundaklama, molotof kokteyli gibi saldırı araçlarına başvurulmasını baştan benimsenmedi. Ki direniş öncesi Türkiye toplumsal mücadeleler tarihi, otoritenin sürekli tahrik ettiği kan ile bastırılan silahlı mücadelelerin tarihi gibiydi.Şimdi gelişen kentli ve genç isyanın ruhunda; hınç ve nefrete karşı zekayla, yaratıcılıkla, mizahla direniş vardı. Bu meydanlar kahramanlar ya da şehitler peşinde koşmuyordu. Öylesine tıka basa yaşam sevinci doluydu ki, ölümü yok sayarak sokağa dökülüyordu.

Kuşkusuz bu direnişi oluşturan tarihsel/genetik birikimde Anadolu topraklarında yüzyıllardır süren halk ayaklanmalarının ruhu vardır. Kuşkusuz bu direnişin harcında en az yüz yıldır bedel ödeyen, mücadele eden Türkiye sosyalist solunun harcı vardır. Kuşkusuz bu direşin tohumunda 40 yıldır gelişen anarşist felsefenin ruhu vardır. Kuşkusuz bu direnişin harmanında 30 yıldır kirli savaşa maruz kalan Kürt halkının mücadelesi de vardır.

Tüm bu politik gelenek dışında 90′lı yıllarda Bergama ilçesi köylülerinin siyanürle altın çıkarılmasına karşı başlattıkları büyük çevreci sivil itaatsizlik, özellikle son bir kaç yılda İstanbul’da gelişen yeni kent hareketlerinin kentsel dönüşüme karşı mücadelesi, otoritenin ahlakçı baskısına karşı fanzinlerden ve karşıt kültürden büyüyen direnç, nükleer enerji ve hidro elektrik tesislerine karşı gelişen çevreci dinamik, 1/12 Haziran günlerinin ruhsal kehanetini yapan Yıkım 2011 gibi bağımsız sanat/hayat hareketlerinin yarattığı yıkıcı enerjinin, öteki’lemenin ve nefret söyleminin en ortasında mücadele eden LGBT ve kadın hareketlerinin ve burada adını anmanın mümkün olmadığı kadar majör/minör bir çok mücadelenin emeği vardır.

Fakat; şu an ortaya çıkan direniş büyüklük, kapsayıcılık, yaratıcılık, dil ve örgütlenme anlamında, tamamen yeni doğan ve öncesi her şeyi içine alarak “yeni”yi kuran bir ruha aittir. Bu manada ülke, bölge sınırlarını aşan yeni ve küresel bir eylemin sinyallerini vermektedir.

Ara Söz
Bakanlık raporuna göre eylemlerde 4.900 kişinin gözaltına alınırken, şu ana dek 70 Kişi tutuklandı. Sokak eylemlerinin 79 ilde yapıldı, sadece 2 ilde sokak eylemlerinin yapılmadı.
Türk Tabipler Birliği raporlarına göre ülke genelinde direnişte: Toplam; 7 bin 681 yaralı, 63 ağır yaralı, 4 ölü.
 
“Düz Ayak, Çivit Badanalı Kent Nasıl Kurulur Abiler?” Ece Ayhan

Bu gün Türkiye’deki direnişin tam birinci aynının doldurduğu gün. Ve bu gün direniş nereye gidiyor- sorusuna direnişteki herkesin vereceği yanıt, sanırım “bilmiyorum” olacaktır. Normal şartlarda güvensizlik ve şüpheye neden olacak bu cevabın, şu an neden bu denli coşkuya yol açtığı ise kendini tamamen rastlantıların akışkanlığına bırakan bir direnişin ruhunda saklıdır.

İnsanlar; sanırım şu an en çok Taksim Meydanın özgür olduğu o 11 günü anımsıyor, yeniden ve yeniden AKM binasına bakıyorlar; bayraklarla donandığı o günleri özlercesine..

Bildiğimiz her fotoğraf karesi, bize geçmişten kalan bir anıdır. Ama şu an 1/11 Haziran arası günlerinin AKM fotoğrafına bakıp duran insanlar; yaşanmış bir geçmişin değil, yaşanacak bir geleceğin karesini kalplerinde ve ruhlarında taşıyorlar.

Ve Gezi Parkında herkesin dediği gibi: Bu daha başlangıç…


27.06.2013
İstanbul/Türkiye


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşama Sanatı: Dünya Tinsel Geleneklerinde Gündelik Hayatın Estetiği by Crispin Sartwell

po r no grafi